ÖLMESİN YAŞASINLAR
İçimize lök diye oturan haberleri geliyor, gördüğümüz duyduğumuz her haberle gömleğimiz biraz daha titriyor, parmak uçlarımıza kadar sızlıyoruz.
Bu sadece Nuriye Gülmen ve Semih Özakça meselesi değil, aynı zamanda vicdani bir durumdur. Aynı koşullarda olup da sesini duyuramayan insanların da meselesidir. Hayır o değil de bugünün çocukları adaleti böyle bir şey zannedecekler diye ödüm kopuyor. Hayatlarını öne sürerek insanlık adına mücadele edenler kadar herkesin isterse anlayabileceği bir durumla karşı karşıyayız. Bu ne sağ ne sol, ne siyah ne beyaz meselesi. Söz konusu insan hayatıysa bu hepimizin meselesidir.
Aynı zamanda elini kalbine götüren herkesin kolaylıkla anlayabileceği bir durum olduğunu düşünürsek anlamak da kolaylaşabilir. Her şey inanmakla başlamıyor mu zaten. Say ki elim elinde, say ki kalbimiz bir.
İşlerini ve ekmeğini geri isteyen, bu güzel insanlar açlık savaşı değil, onur savaşı veriyorlar. Dönüşü olmayan bir yola girilmeden ivedilikle sonlandırılmasını, geri adımlar atılmasını, yaşam haklarının teslim edilmesini diliyor ve buna inanıyorum. İlgili ve yetkili bütün mercilere seslenirken lütfen başımızı başka yana çevirmeyelim, görüp de görmezden, duyup da duymazdan, bilmezden gelmeyelim.
Nuriye Gülmen de durumu ne kadar net olacaksa o kadar anlatmış:
"Ne ölmek, ne sakat kalmak, ne de bir saniye daha aç kalmak istiyoruz. Bu konuda çok netiz. Tek isteğimiz işimiz. İşimizi geri istiyoruz ve bizim için mesele bu kadar basit… Bize artık, ‘açlık grevi yapmayın, bırakın’ diyenler lütfen açlık greviyle ilgili taleplerini muhatapları iletsinler.
Son olarak açlık greviyle ilgili söylemek istediğim şey şudur. Biz açlık grevi yapmayı tercih etmezdik, istemezdik. Kimse kendi bedenine zulmetmek istemez. Ama bugün bu açlık grevini görenler şunu anlasın istiyoruz; burada bir ekmek kavgası var. Bu ekmek kavgasının ne olduğunu hatırlatmak, anlatmak istiyoruz. Tarihi tarih yapan ekmek kavgasıdır. Ekmek kavgası onur mücadelesidir…
150 bin kamu emekçisi işinden atılmış ve ortada kimse yok. İnsanlar intihar ediyor... Son iki ayda 37 insan intihar etti. Bu tablo çok korkunç değil mi?... İşte biz bu tabloyu yıkmak istiyoruz. Açlık grevi böyle bir tabloyu yıkacak olan çığlıktır. İnsanlar ekmek kavgasının ne olduğunu ve bunun bir onur mücadelesi olduğunu hatırlamalılar. Teslimiyet karşısında birilerinin ses çıkarmanın ne anlama geldiğini anlamalılar… Bu aynı zamanda çürümeye, toplumun yozlaştırılmasına ve değerlerimize yönelik olan saldırılara karşı da direniş bayrağının yükseltilmesidir…”
Nuriye Gülmen
#NuriyeveSemihYaşasın
#NuriyeveSemihinAçlığınaSesVer
GÖÇ
Ailem 1936’da Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç ederken bu madalyon gibi hatırası olan birkaç şeyi alıp gelmişler. Kadınlar da birikimleriyle aldıkları kürkleri sırtlarına geçirip, memlekete giriş yaparlar. Buraya ayak basınca ilk iş o kürkleri satarak geçinmeye çalışırlar. Sevdalarını, türkülerini ve hatta mezarlarını bile orada bırakmak zorunda kalırlar.
Sonra Atatürk’ün onlara verdiği topraklarda, ekip biçip yaşarlar.
Göç insanları ellerinden her şeyi alınmış, geriye hiçbir şeyi kalmamış insanlardır.
Nihayetinde aşağı yukarı hepimiz göç insanlarıyız, empatiyle yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Yıllardır benim şarkılarımı dinleyenler olarak bunu bilme hakkınız olduğu için anlattım. Benim de göç hikâyem budur
Nazan Öncel
BURASI AGORA MEYHANESİ DEĞİL DEĞER DENİZ'LERİN MAHALLESİ
Bizim şöyle şarkılarımız vardır: ‘Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur’ der, ‘Halime’yi samanlıkta basıp, şalvarını gül dalına asan başka bir şarkımız gibi. ‘Tombul tombul memeler’ düzleminde giden şarkımız türkümüz de pek çoğundan sadece birkaçıdır... Burası Agora Mehyanesi değil, burası Ünzile’lerin mahallesi, burası Özgecan’ları vahşice katleden adamların coğrafyası. Burada Kadının Adı Yok’tur. Daha doğarken bize kız bebek derler, kaşık düşmanı derler, avrad derler, eksik etek derler; etek boyuna göre kodlarlar. Eteğinin boyu poponun altındaysa fahişe, biraz aşağıdaysa, yollu, daha aşağıdaysa Kezban, daha aşağıdaysa köylüdür adı. Her şeyi söyler ama bir insan demeyi akıl edemeyiz. Her türlü tacizin, tecvüzün, hakaretin, şiddetin mübah olduğu bir dünyadır burası. Burada bizim nefes almaya hakkımız yoktur ve hiç olmamıştır. Burada on üç yaşındaki kız çocuğunu ‘ayakları yere basıyorsa tamamdır’diyen adamlar vardır, el değmemiş diye beşikteki bebeleri satan, vicdanların dibe vurduğu adamların sokağıdır. Burada her yere virüs gibi bulaşmış insan görünümlü adamlar vardır, burada kimlik bunalımı vardır, ayrı ve gayrı vardır. Burada her şey var, insan gibi yaşama hakkı yoktur. Korkmadan yaşamak istiyoruz diyenlerin feryadı geliyor insanın kulaklarıma acizliğinden utanıyorsun..
Daha el kadar bir çocuktum, ne mini etek giymiştim, ne şu, ne de buydu. O acımasız, o talihsiz olayı yaşamam için dünyaya bir kız çocuğu olarak gelmiş olmam bile yeterdi... Büyüyüp gelinlik çağıma gelip de avlendiğimde bekaretimin hesabı sorulan da yine ben oldum. On yıllar sonra belki bir işe yarar dedim, tuttum Demir Leblebi’yi yazdım. Çoluk çocuğumuzu bu vicdansızlardan korumak adına iki kelam da biz edelim dedik. Dedik de ne oldu, o empati yapmaktan aciz adamların bizi bir öldürmediği kaldı... Burada söz konusu olan elbette ben değilim, benim gibi kimliğinin cinsiyet hanesinde kadın yazan her kadındır, bütün kızlarımız, kız kardeşlerimiz, analarımızdır. Söz konusu olan bu acıların altında kalanlarımız, söz konusu olan kırılan haysiyetimizdir.
Gözü dönmüş bu canilerin nerede karşımıza çıkacağı, korkunç sonun hangimizi, nerede yakalayacağı, hangimizin kurban olacağını bilmediğimiz bir yerde korkuyla yaşıyoruz. Evde, sokakta, otobüste, dolmuşta, parkta, dükkanda, orada burada, her yerde bunlar var. En amiyane tabirle biz donumuz elimizde gezmiyoruz ama onların eli hep bacak aralarında. Üçüncü sayfa haberi deyip geçtiğimiz acı gerçeklerle hangimiz ne kadar ilgilendik, gelmiş geçmiş hangi siyasi parti lideri ve veya mensubu bu insanlık suçunun üzerinde durdu. Gömlek değiştirir gibi yasalar değişirken birinin de aklına geldik mi, benim derdim, Özgecan’ın anne babasının derdi siyasilerin derdi oldu mu? Hepimiz dürüst olalım kimselerin umurunda olmadığımızı yüksek sesle söyleyebilir, yarasını saramadığımız, hayatları ellerinden alınan, yarınları çalınan kızlarımız, çocuklarımız için birinin de çıkıp dur demesini, adaleti sağlamasını, önüne geçmesini sonuna kadar isteyebiliriz. Ben adalet adına bunu istiyor, hatta yalvarıyorum. Sen de iste, insanlık suçu işlemelerine artık izin verme, zamanı çoktan gelmiş empatini yap, senden bütün istediğim bu.
Utanarak yaşıyoruz, anneden utan komşudan utan, utanmalarımız bitmiyor, acılarımız duvarlarımızın arasında, içimizde kalıyor.
Nazan Öncel
GEL KURU KAFA GEL
Elime ilk sigara aldığımda on üç yaşımdaydım. Okuldan bir kız arkadaşım sigaraya başlayalı bir sene kadar olmuştu, bir öğleden sonra girdik benim odaya, pikaba da ayar çektik, Barış Manço’nun Dağlar Dağlar dediği günlerdeyiz daha. Yaktık sigaraları önce bir fırt alıp, içime çekecek, burnumdan çıkardıktan sonra da üfleyeceğim dumanını. Denedim. Birkaç kuru öksürükle gözümden gelen yaşı saymazsak, pek de zor değilmiş dedim. Kırk yıllık kel tiryakiler gibi tüttürmekteydim ki tam o sırada odanın kapısı açılıverdi. Babam başını odaya uzataraktan malum soruyu soruverdi.‘Ne yapıyorsunuz bakayım orada?’ ‘ Şey, plak dinliyoruz babacım.’ Hah, o da bunu yedi… Gözleri odanın her köşesinde bir dolaştı, pir dolaştı. O dakikada sigarayı refleksle elimi arkaya götürmek suretiyle sakladığımı sandımsa da, dumanının başımın üstünden baca gibi tüteceğini hesap edemedim. Hem yağlı ye, hem papazdan kork de mi? Bu korku saygıdan gelen korku diyeceğim, haklı olarak kimse inanmayacak, korkudan öldüm öleceğim derken, ‘Sen gel bakayım biraz,’dedi, kös kös gittim yanına. ‘Git bana bakkaldan bir paket sigara al!’ Gittik aldık, geldik bir koşuda. Aldın mı, aldım. Şimdi aç bakayım paketi, açtım, otur şuraya, oturdum, şunu bir de burada iç bakalım, nasıl içiyormuşsun ben de göreyim.’ Tararara! Orada ölsem iyiydi. Yer yarıldı ben içine düştüm. Baba önünde sigara içip dumanını savuracaksın ha? Olacak şey mi? Ama vallahi billahi gözümden yaş gele gele bir fırt çektim. Babaya kül yutturmaya kalkarsan, sen de papazı bulursun böyle. Ama adam olan kim? Zaman içinde öyle bir alıştım ki bu merete her sigara yakışımda Oturan Boğa kadar mutlu oluyordum. O anciğerlerimin bayramıdır, sonra matemi olacaktır da, dertsiz başıma dert aldığımdan henüz haberim yok. Ama kendimi kandıracak, ikna edecek, hatta inandıracak lafı bile bir çırpıda bulurdum: Sigara içmeyen ölmüyor mu? Burada şunu hatırlatıyorum kendime: ‘Suistimalden misal olmaz’ ama annem de içiyor. Bu kadar kötü olsa o içer miydi?
Gelelim anneme: Annemin sigarası afili. Filtresi kırmızı. Mentollü sigarayla başlamış içmeye, sonra kırmızı filtreli olan Bahar’ sigarasına dalmış. Sonraları bir daldı dalış o dalış. En uzun sigara hangisiyse onu içmeye başladı. Kırk senedir altıncı parmak vaziyetlerinde. Öyle ki: Bir gün bana geldi, sigaranın birini yaktı ötekini söndürdü, içti içti gitti. Balkondan güle güle yapıyorum Serkan kucağımda, annem de el sallıyor sigarası elinde. Vah vah vah! Durum demek ki bu kadar vahim dedim kendime.
Bundan beş altı sene önceydi; anneme Bronkoskopi yaptıracağım, akciğerlerinde bir terslik olup olmadığına bakılacak, ama hayli riskli bir iş aynı zamanda. Ciğerlere beş litre tazyikli su verilmek suretiyle yapılacak bir işlem bu, ama annem sinirleri alınmışçasına sakin.
Anestezinin etkisiyle ‘sigara içenin ciğeri beş para etmez,’ gibi laflar ederek acı acı güldürüyor beni. Sonra buruk bir gülümseme görüyorum gözlerinde, derken hop içeri alıyorlar anacığımı. Başlıyorum beklemeye. Zaman geçmek bilmiyor. Bugüne kadar pır diye uçup giden zaman o an orada dondu kaldı, sanki derin dondurucuda…. Neyse, şükürler olsun ki kazasız belasız atlattık. Azrail’e de bir nanik çekmeyi unutmadan tam evimize gideceğiz ki doktorun ağzından pat diye bir laf çıkıyor. ‘Ciğerlerinizi de temizledim bu arada, tertemiz oldu, kurum murum kalmadı, cillop gibi. Sıfırladım yani.’ Vay, sen misin bunu duyan? ‘Aa, ne güzel artık rahat rahat içerim,’ demesin mi bizimki. Sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim. Daha o gün eve gelir gelmez bir sigara yakınca ağzım mağara kadar açık kaldı, bir daha kapatamadım. Gözümün içine içine bakıyor, bir laf etmeyeyim diye; gemi o derece azıya alınmış artık. Bir de bana ‘sanki sen içmiyorsun demesin mi?’ Türkçe meali: Sen kendine bak demektir bu- ki haklıdır üstelik. O günlerde benim bir kolumda sigara bandı, bir elimde sigara; annemden kalır yanım yok. Bir kuru sigaraya sözümüzü geçiremiyoruz.‘Ah bir ateş ver sigaramı yakayım’larla türkülü cevaplar da vermeye başladı bizimkisi; hadi hayırlısı… Çok yaşayasıca, benden önce bir yere gidemeyesice… Usta hırsız misali konuyu devirdi mi bana. Evet, bu güne kadar içiyordum, bugün bıraktım deyiverdim. İnanmasını bütün kalbimle bekliyordum ki, pışk yaptı bana tatlı tatlı gülümserken. ‘Ciğerler sıfırlanmış işte daha ne istiyorsun,’ diyor bir taraftan da.
Hay bunu söyleyen doktorun ağzına bir fermuar çekseydim de duymaz etmez olsaydı. Hadi benim iradem kıt, seninki de mi kıt anacım diyorum. ‘Kıt,’diyor kısaca. Yapacak bir şey yok, içecek artık… Rüyalarımda kuru kafalar falan görüyorum;‘iç sigara iç sigara, git mezara,’ diyorlar hep bir ağızdan, koro halinde. Sonunda ben de tırstım ve bıraktım. Artık elimi bile sürmüyorum o merete. Bugün iki ay oldu, kendimi kutluyorum vallahi. Annemse şöyle diyor: ‘O kuru kafalar ne zaman benim rüyalarıma teşrif edecek, söz, o gün ben de bırakacağım. Bekliyorum artık. Gel kuru kafa gel. Yine de iç sesim diyor ki, annen yeni yıla sigarasız girecek… Hadi göreyim seni Razuş Bu vesileyle herkese iyi seneler diliyor, hepinizi öpüyorum.
Sevgimle,
Nazan Öncel
25 Aralık 2010
YORGANIM
Dedem zanaatkâr biri olduğu kadar ezan okuyan bir müezzindi de. Bugünlerde olduğu gibi sesin dönüş seslemelerine (efektlerine) ihtiyaç duymadan köyümüzün camisinde elini kulağına götürür yanık sesiyle, doğru notadan şaşmadan yüreğiyle okurdu ezanı. Benden sonra bu ezanı bir tek Arap Halil okur, benim de cenaze namazımı o kıldırır dermişti, öyle de oldu hakikaten.
Daha önce de olduğu gibi Bulgaristan’da yaşayan Türkler doğup büyüdüğü topraklardan sürüldüklerinde memleketteki evini, döşeğini, ekmeğini, çiçeğinin kokusunu, türkülerini ve o güne kadar edindikleri bütün alışkanlıklarını o topraklarda bırakıp 1937’de Türkiye’ye gelen binlerce göç insanından biriydi ailem. Kardeşinden, yavrusundan, konu komşusundan ve hatta yarım kalan sevdalarından ayrılırken yaralı yüreklerindeki tek tesellileri dillerini, dinlerini ve isimlerini çekincesiz olarak buraya getirebilmeleriydi. O güne kadar sadece kalbinde taşıdıkları hatıralarıyla buraya gelebilmiş ve omuz omuza vererek yaşamayı öğrenmişlerdir.
Büyük ninem (dedemin annesi) ‘ayıdan post, gâvurdan dost olmaz,’ diyerek (bu sözünü her ne kadar sevmesem de) iki kız evladını ardında bırakarak dedemi ve anneannemle henüz dört yaşında olan annemi, kara gözlü Mustafa’sını (dayımı), yakın akrabalarıyla birlikte Varna’dan bir gemiye bindirerek günlerce sürecek olan göç yolculuğuna çıkarmış. Urla’ya vardıklarında beyaz çadırlarda on beş gün karantinaya alınmış ve aşılanmışlar. ‘Türkiye’de ilk gördüğüm yer Urla’ydı,’ derken gözleri dolar annemin. Urla’yı bir başka yere koyar hatıralarının arasında. Bulgaristan’daki evleri, dükkânları üç kuruşa ellerinden alındığında büyük halam hepi topu güç bela bir araya getirdiği üç beş altını beline doladığı fişkasının içinde bin korkuyla saklarken, dedem alyansıyla, bir şövalye yüzüğünü ceketinin apoletlerine gizlemek zorunda kaldığını insanın içini acıyla dolduran göç hikâyelerinin yanında anlatırdı. Bu bir daha Tuna’yı görememenin kederini yüklenen aile büyüklerimin yüreklerine çöreklenmiş bir acı yumağıdır ki, ‘memleket hasreti sadece dile kolaydır,’ diyor annecim. ‘Çok özlüyorum Anna’yı, onu bir daha göremeyeceğimi bilmeden evimizdeki son gecemizde Anna’yla beraber uyumuştum,’ dedi bir gün. Hayattaki ilk arkadaşım dediği komşu kızıymış Anna. O gece annemle Angelopoulos’un üçlemesinin ilk ayağı olan Ağlayan Çayır’ı seyrediyorduk bana bu hikâyeyi yeniden anlattığında. ‘Bizi Bulgar zulmünden Atatürk kurtardı, toprağımızı verdi de yersiz yurtsuz kalma korkumuzu yendik kızım’ dedi. ‘İstimlâk memurlarına elli lira veren göçmen vatandaş daha çok toprak sahibi olabilmişti; babam tokgözlüydü, ne verdilerse onu aldı,’ diyor annem, aklına geldikçe. Böyle başlamış büyük ailemin pamuk ve tütünle arkadaşlığı.
Türkiye’ye onlardan önce gelip Torbalı’ya yerleşenlerle haberleşme imkânı bulabilen dedem Urla’daki karantina günlerinden hemen sonra bir akrabası tarafından Torbalı’ya çağırılmış; gel, gör, ben pamuk, tütün ekip geçiniyorum, sen de alırsın birkaç dönüm toprak, pamuğunu tütününü ekersin kardeşim demiş. Böylece hayatlarında yeni bir sayfa açan Torbalı’ya doğru yola çıkmışlar. ‘Gün akşama kavuşmak üzereydi ki Torbalı’nın on iki kilometre uzağına düşen Özbey’e giderken iki yanı ağaçlıklı bir yoldan geçtik, ağaçların birbirine uzanan dallarıyla yol bir tünel gibi olmuştu. Gördüğüm en güzel şey bu ağaçların kardeşliğidir,’ der annem. ‘Sonra köyde Atatürk’ün geleceğine dair bir söylenti çıkınca annem beni elimden tuttuğu gibi kasabaya götürmeye çalıştıysa da köyümüzün o ağaçlıklı yolu yürümekle bitmeyince trenden el salladığını görmek kısmet olmadı. Bacaklarım daha kuvvetli olsaydı neredeyse görecektim.
İstasyona yetişebilen kalabalıktan öğrendim ki, pencereden el sallayan Atatürk değil de Fevzi Çakmak’mış, bu ben de olduğu kadar herkeste büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı o gün. Köy Enstitüsüne girip öğretmen olma hayalleri kurmaya, başlamam da o günlere denk gelir’ dedi ilk defa söylermişçesine. Ninesinin Niğbolu’da kalan iki kızına kavuşuncaya kadar Özbey’in dağlarında feryat edişini de, bu hüzünlü hikâyelerini de acıyla anlattı hemen ardından.
Niğbolu’da zanaatkâr olan dedem almış eline kazmayı, küreği, başından hiç çıkarmadığı kasketiyle, taş taş üstüne koymak suretiyle yağmur çamur demeden evceğizini bizzat yapmış. Doğramalarını, mobilyasını, nişlerini, şömine ocaklarını, fırınını, kuyusunu, helâsını, ahırlarını, ambarlarını, her yatak odasındaki birer banyo odasını, inşa etmesi mucize gibi geliyordu bana. On iki dönüm arazi içinde iki atı, dedem tımar eder, su ve samanlarını verirken, kümes hayvanlarını bakıp beslemek de anneannemin işiydi. Bugün hazır ekmeği gidip almaya üşenen nesil için her sabah gündoğumuyla beraber kalkarak ancak yaparsan yiyebileceğin ekmeğin derdine düşen de anneannemdi. İneklerden süt sağmak suretiyle yoğurdunu, peynirini yapar, her akşamüstü kümese kapatmak için peşlerinden kış kışladığı tavuk ve horozların yumurtasıyla yaslağacın (sofra tahtası) başında bağdaş kurup akşamdan mayasını çaldığı hamurlardan yufka açardı.
Seher vaktinde tarlaya koşup sabahın ilk saatlerinde yanlarında götürdükleri çıkınlarındaki ekmeklerini boy otuna bandırıp açlıklarını bastırırken, soluklanırlardı bir nebze. Sonra yine yaptıkları işe koyulurlardı, çoluk çocuk. Tütün kırma işi sona erdiğinde at koştukları arabaya yükleyip, küfelere koydukları tütünlerini sırtlanıp eve yollanırlardı tıngır mıngır. İki kapısı vardı bizim köy evinin. Biri cümle kapısıydı, doğrudan bahçeye açılan, diğeriyse bahçeye açıldığı kadar ahırlara da açılan Porto kapı (ana kapı). Sadece tarladan eve dönüşler Porto kapıdan yapılırdı. Atların bu kapının yolunu kendiliğinden, hiç zorlanmadan buluşlarına şaşar kalırdım, kafam karışırdı bu ön sezgilerine.
İlk işi atlara su vermek olan dedem küçük ev dedikleri alt evde radyosunun başında, Rumeli Türküleri dinlerken eşlik de ederdi radyodaki sanatçıya. Günün ilk saatlerinde yapılan tütünleri şişlere dizmekse, büyük küçük hep birlikte yapılan bir işti. Saatler süren ve sabır isteyen işin o gün için son aşaması sayılabilecek kısmı neredeyse bir metre uzunluğundaki şişlere dizilen bu tütünler saat on’u gösterdiğinde kargılara geçirilerek kurutulmaya bırakılırdı. Güneş tepeye çıkmaya başladığı sırada herkes ellerini yıkayıp, gönül rahatlığıyla kahvaltıya oturabilirdi ancak. Anneannemin fırından çıkardığı taze ekmeklerin üzerine tereyağı, peynir ya da yoğurt sürer, şeker ekerdik. Allah vere bu yıl mahsulümüz iyi para etse kaygısı günlerce dillendirdikleri tek dertleri değildi elbette. Lakin bu sık sık konu edilirdi. Eylül geldi mi pamuğa giderler, pamuğun dikenleri ellerine, ayaklarına batsa da yüreklerine batmazdı katiyen. Şükretmeyi daima bilmişler, bu işlerin hiçbiri zül gelmemiştir onlara. Yağmur duasına çıkarlardı tütünleri sulayacak arklarda su tükendiğinde, ama aynı şeyin tersini pamuk kaldırma mevsiminde yaparlardı. Pamuğumuz sular altında kalmasın diyerek. Yoksa koca kış nasıl geçerdi Allah bilir. Ne zaman onları hatırlasam önce bu hatıralar gelir gözlerimin önüne. Çocukluğumdan yetişkin bir kadın olduğum zamanlara kadar şahit olduğum bu en meşakkatli işler böyle sürüp gitmiştir. Ta ki dedeciğime basit bir mide ağrısı için paslı bir iğneyle yapılan bir ağrı kesici yüzünden Gazlı Kangren olup da altmış yedi yaşında hayata gözlerini kapatıncaya kadar. Anneannemse kırk sekiz yaşında kalp krizi sonucunda kaybettiği oğlunun (kara gözlü Mustafa’sının) acısını ölünceye kadar o çiftlikte kalbinde sessizce taşımıştır.
Konumuza gelecek olursak, yıllarca o tarlalardan toplanan o pamuklar Torbalı’nın Özbey Köy’ünden yola çıktığından beri nerelere gitmiş, hangi hayatlara nasıl nüfuz etmiştir, bilemesem de benim hayatımda da biraz önce anlattıklarım kadar önemlidir: Üzerime örtülen veya örttüğüm yorgan için şöyle bir arkama baktığımda o zamandan bu zamana geçip giden birçok yılla beraber pek çok ev değiştirmişim ama yorganım aynı yorgan. İçinde nice uzun gecelerimde uyuduğum, anneannemin kendi eliyle, kendi pamuğumuzdan yaptığı benim sarı atlas yorganımdan başkası değildir.
Artık havalar iyice soğudu, kara kış yüzünü göstermeye başladı, ‘nerde benim yorganım’ deyince aklıma geldi. Akala pamuğumuzun insanları birbirine kaynaştıran, bir arada tutan bir ömürlük öyküsü. Göç albümünde ‘Çocuk Kalbim’ şarkısında anlatmaya çalıştığım ve anneme ithaf ettiğim o diyarlardır, âcizane.
Nazan Öncel
4 Kasım 2010
NAZAN'IN KASABASI
Sanatçı Nazan Öncel kendi çizdiği resim evlerden dostlarına bir ev veriyor. Adına Nazan'ın Kasabası dediği bir resim çizerek "hayatta komşu olamadık, bari hayalde olalım" diyerek Sezen'e yolladı. Artık Sezen' le komşuyuz. Bazen sahilde yürüyor, bazen de takalarında şarkılar söylüyoruz. Biraz tuzun var mı komşum, akşama misafirim gelecek diyerek şakalar yapıyoruz.
Sol baştaki Çingene Pembesi evi Sezen alırken, Nazan da hemen arkasındaki kahverengi evi alarak komşu oldular. Evine gelen dostlarını evsiz göndermeyen sanatçı "kendime oyun ve mutluluk alanı yaratmış oldum. Böyle hoşluklar dünya acılarını katlanabilir kılıyor" diyerek duygularını ifade ediyor. Nazan'ın Kasabası'nda diğer komşuları arasında , Sezen Aksu, İbrahim Tatlıses, Ajda Pekkan, Çağan Irmak, Hadise, Ayşegül Aldinç, Gülşen, Özcan Deniz, Akşit Togay, Janti, Ergün Gündüz, Hakan Kurşun, Ferhat Göçer, Ömür Gedik, İskender Paydaş, Emre Aydın, Samsun Demir, Muazzez Ersoy, Cengiz Erdem, Sıraç Aksoy, Süheyl Atay ve kız kardeşi Neylan Okan'ın birer evi bulunurken, resmin arkasında her komşusunun adı ve imzası yer alıyor.
İSTANBUL BİZİ BÖYLE KARŞILADI
Pazartesiyi salıya bağlayan gecede
Durduk limon ağacıylan
Bizim eve karşı;
Titrerken kuru soğukta
On üçüne basmadan
On altı gün önce
Sen ben ve sarı saçlı oğlumla
Sarılıverdik bir telaş, bir ağlamayla
Derken tren geldi istasyona
Çuf pa pa pa, çuh pa pa pa, çuf pa pa pa!
Hiç iyi etmemişim
Çıkmakla o gece yola
Omuzlarım bedenine külfet
Üflesen düşecek
"Sakın yıkılmayasın" demiştin
Karşıyaka istasyonunda
Yolda karnı acıktı oğlumun
Senin peynirden kestim biraz
Biraz da ekmek
Yedi, yuttu,
Utanıp sıkılarak.
Sonra bir kar bastırdı aniden
Sen misin yola çıkan?
Manisa'nın dağları gelin
Yolları gelin, ağaçları gelin
Ağlamaklı bir yandan
3 Mart'ı 4 Mart'a bağlayan gece
Bir gitti, bir durdu tren.
Oğlan yarı uyur, yarı uyanık
Arada bir gözlerini açıp soruyor
"Geldik mi anne?"
"Daha var uyu," diyorum.
Ağaçları sayıyorum gittikçe tren
Evlere bakıyorum Bandırma'dan geçerken
Bir arkadaşım geliyor aklıma
Okuldan
Bir Fatiha okuyorum ruhuna.
Işıkları sönüyor trenin
Tam da biz oradan geçerken
Tıkır da tıkır gidiyor tren
Bandırma uykuda biz ayakta
Hiç iyi etmemişim o gece yola çıkmakla
Demiştin ama bir gece öncesinden
İstanbul kaçıyor mu kızım?
Bir yere gideceği yok meraklanma
Başından üç evlilik geçmiş
Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet
Görmüş geçirmiş bu memleket
Kovsan da gitmez bir yere
İçinde var bu dirayet
Bir kadın oturuyor karşımda
Sade göz, sade keder
Görsen adamı verem eder
Koyuyor başını mihnetle
Fiyakalının omzuna
Saadeti aramaktan yorulmuş başka bir yanıyla
Göz değil mi bu kaçıyor inatla
Yetim bir saz gibi
İlle de kadından yana
İstanbul görmüş müdür acaba
Böyle kış, böyle acı
Dedim ya hiç iyi etmemiştim o gece
Yola çıkmakla
Merak ediyor insan
Neden söz dinlemez
Yaşamadıkça ana?
4 mart 1986 (yolda)
İstanbul bizi böyle karşıladı, o meşhur kar'ın yağdığı sene. Hatırlayanlar bilir; hani bir başlamıştı yağmaya da iki ay hayat felce uğramıştı. İşte o gece oğlumla yollara düşmüştük biz. Yanımızda annemin peyniri, birkaç kitabımız ve iki üç valizimiz vardı da başkaca bir şeyimiz yoktu. Ama bir de Ahmet Kaya kasetimiz vardı ki Kurtuluş'ta yerin iki kat altındaki evimizde gece gündüz onun şarkılarını dinliyorduk. İlaç gibi gelirdi bize. 'Hani benim gençliğim anne' diyordu, o kadife sesiyle.
O günlerde anneme bir mektup yazarken aynı soruyu sordum. 'Hani benim gençliğim anne?' 'Gençliğin yanında kızım,' dedi bana oğlumdan söz ederken. Sonra bir şey daha demişti, beynime kazılan: 'Madem İstanbul'u mesken tuttun, öyle bir şey yap ki Türkiye seninle gurur duysun.'
Bu annemin bana verdiği ilk öğüttü. Yirmi dokuz yaşımdaydım, hayata sıfırdan başlıyordum; gençliğim yanımda, geleceğim önümdeydi. Umutlarım vardı herkes gibi. Ahmet Kaya sesiyle, Yusuf Hayaloğlu şiirleriyle yanımızdaydı. O zor zamanlarda ne büyük bir dostluk, nasıl bir insanlık dersiydi bu anlatamam. Şarkıların insan hayatındaki yerini o zaman bir kere daha anlamıştım. Geride bıraktığım herkesi, annemi, kardeşlerimi, arkadaşlarımı, doğup büyüdüğüm şehrimi, (İzmir) caddelerini, sokaklarını, ağaçlarını, kapımızın önündeki akşamsefalarını, vapurlarını, kumrusunu, gazetesini, bakkalımı bile özlüyordum. Bir trene atladığım gibi gidip görebilsem de özlüyordum. Bugün düşünüyorum da insan sadece şehrinden bile uzakta olsa burnunun direği sızlarken memleket hasretiyle yanıp tutuşan bir kalp nasıl yaşardı, nasıl alışırdı yabancısı olduğu topraklara…
Hâlâ simsiyah durur Ahmet Kaya ve yorgun demokratların acısı içimde. Ve ilk günkü tazeliğiyle dinlerim onların türkülerini, buruk acılarla okurum şiirlerini. Bir kâğıda dokunan kalemin çıkardığı yangın, bir kibritten çok daha fazladır diye düşünmeden de edemem. Hepsine selam olsun benden.
nazan öncel
SEZEN HER GÜN ARANAN EKMEK GİBİDİR
Demir Leblebi döneminde ne kadar dövülmüş, ne kadar hırpalanmış olsam da beni asıl üzen şey, o günlerde olduğu gibi, bugün de yurdum insanının hâlâ ifade özgürlüğü sıkıntısını çekiyor olmasıdır. Sezen'ciğim sağ olsun Açık Radyo'daki programında o albümde sosyal sorumlulukları içeren şarkılarıma karşı gösterdiği hassasiyetle bir kere daha gözlerimi yaşarttı. Bazı insanlar ekmek gibidir, her gün aranır, bazıları da ilaç gibidir, lazım oldukça aranır. "Sezen benim için ekmek gibidir her gün aranır." Meraklanma Sezen'ciğim iyiyim, sana da söylediğim gibi, şarkıların girdiği eve hastalık girmez. Yine bir gün oturur konuşuruz bunları. Seni utandırmak istemem ancak biliyorsun, her gün bir Sezen şarkısı dinlemezsem o günüm biraz eksik kalır, biraz bulutlu geçer. Ne zaman senle konuşsak, içim öyle bir serinler ki, huzur dediğimiz şey bu olsa gerek demekten kendimi alamam. Yine konuşur, gene hasbıhal ederiz.
Müzikten girer, Ege'den çıkarız. Şarkılarından başka neyimiz var ki hayatlarımızı kolaylaştıran? Ha bu arada unutmadan söyleyeyim; bugün bahçeme bir ağaç diktim, adı Sezen oldu. Eski ve yeni hasretlerimle öperim, dostum.
nazan öncel
AÇ GÖZLERİNİ UYAN BARIŞ'IM
Bu havada gidilmez, güneşli günde gidilmez, aslında hiç gidilmez.
Bütün nefesimi tuttum, günlerdir ellerim havada Allah'a yalvarıyorum. Belki de Allah benden usanmıştır artık. Aç gözlerini Barış'ım uyan n'olur uyan! Yaşamak için çok nedenin var. Önce sana hayat veren anneciğin, bu acıya dayanamam diyen babacığın ve bütün sevenlerin için uyan. Evet, belki hayat zor, belki çetrefilli, belki gereğinden çok acımasız ama yaşamak her şeye rağmen güzel ve böyle uyumak sana yakışmıyor Barış'ım. Senin için, mümkün olsaydı kalan ömrümün tamamını verebilirdim. Çünkü senin umutların, çünkü senin yarınların, çünkü senin gençliğin var.
Öyle ıslak ıslak baktırma, fazladan ağlatma bizi yavrucuğum. Barış ağabeyinin de dediği gibi,anlıyorsun değil mi?
Bütün sevenleri ve ailesi adına,
nazan öncel
ÖDÜL
Saygıdeğer konuklar ve değerli basın mensupları.
Bu ödülü otuz altı yıldır müziğe vermiş olduğum emeklerimin karşılığında dinleyicilerim adına son olarak alıyorum. Son olarak diyorum, çünkü bunu ister rica ister vasiyet olarak kabul edin ve bundan böyle üniversitelerin dışında kalan ödülleri lütfen ama lütfen gençlere verin. Başarıya doymuş biri olarak bu ödül için MGD' ye teşekkür ederken ödül alan herkesi canı gönülden kutlarım.
Saygılarımla,
nazan öncel
KIZ BEBEK
Kız bebek ya da sokak kızı ne fark eder ki
Benim doğduğum gün saçaklar ağlamış, annem kız doğurdu diye babam onu suçlamış, eve uğramamış, tam otuz yedi gün adımı koymamış. Kız bebek demişler, sonra eksik etek, ya kaşık düşmanı, ya da bazen avrat. Ben bir kadınım, ama önce insanım.
Bu dizelerle ifade etmeye çalışmıştım yalan dünyaya geliş serüvenimi bir zamanlar; mutluluğun resmini çizemesem de, uça uça giden, ama nereye gittiğini bilemediğim yıllarımı beraber eskittiğimiz için bugünkü mutluluğum sayenizdedir dostlarım. Bugün doğum günümü kutlayan herkese yine ve yine teşekkür ederim.
Sevgiyle sarıldım ve kucakladım.
nazan öncel
06.02.2007
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
Bir varmış bir yokmuş, dünya diye bir gezegen varmış; burada herkes birbirini sever ve sayarmış. Demokrasi ve adalet kol kola yürürken, açlık, yoksulluk, işsizlik ve petrol savaşlarından eser yokmuş. Sam amca ve diktatörler kan dökmeyi sevmezmiş.
Kimsesiz çocukların sıcacık yuvaları, huzurla uyudukları gül yatakları varmış. Rüyalarında kabuslar görmez, yarın ben ne yapacağım, karnımı nasıl doyuracağım kaygısını hiç mi hiç yaşamazlar, küçük ama insani mutluluklarını destekleyen eşitlik hayalleri kurarlarmış. Kimse kimsesiz değilmiş; iyilik henüz kötülük diye bir şeyle karşılaşmamışmış, çünkü kötülük yokmuş.
Ormanlar yakılıp yerine gökdelenler yapılmaz, hiç kimse deprem korkusuyla yaşamazmış.
Yazarlar, çizerler, eli kalem tutanlar düşündüğünü hiç çekincesiz söyleyip yazabilirler, din, dil, ırk, siyah - beyaz, ayrımı olmaz, herkesin kalbi sevgiyle çarparmış.
Bu gezegende aşklar sahici, dostluklar dostlukmuş. Herkes mutlu, herkes mesutmuş. Ne yalan varmış, ne ihanet, ne de yalnızlık. Kimse kimseyi kıskanmaz, incitmez, birbirinin başarısından mutluluk duyar, aksine bükemediği bileği öpermiş. İyi günlerde olduğu kadar zor günlerde de el ele olabilmeyi bilirlermiş. Sevenler ayrılmaz, bütün sonlar hep mutlu bitermiş.
Sözde dünya böyle bir yermiş…
Sizce dünya bu kadar güzelliğe kavuşabilir mi?
Hâlâ ümit ediyor, hâlâ düş kuruyorum.
nazan öncel
YAŞAMAK ÖĞRENMEKTİR
1999-2001 yılları arasında liseyi dışarıdan bitirdikten sonra üniversite sınavlarına girmiş ve aynı yıl Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nin İşletme Fakültesi öğrencisi olarak okumaya hak kazanmış ve yine 2001 de kaydımı yaptırmıştım. İşletme okumayı istemediğimden bu öğretim yılı başında kaydımı oradan aldırıp hali hazırda dünyada 29 şubesi olan New Port Üniversitesi'ne geçiş yaptım. Davranış bilimleri öğrencisi olarak öğrenimimi sürdürmekteyim.
Nazan Öncel New Port'un ABD öğrencisidir. Amerika'da YÖK diye bir şey olmadığına göre dolayısıyla bir problemim yoktur. Bilindiği gibi Amerika'da üniversitelerden alınan diplomalar da dünyanın her yerinde geçerlidir.
Böylesine önemli bir konuda okumanın yaşı olmadığını düşünerek sadece okumaya çalışıyorum. Yalan kavramını bünyesinde barındırmayan biri olarak ABD' den diplomamı aldığımda hep birlikte kutlamayı ümit ediyor, herkese esenlikler diliyorum.
nazan öncel
UTAN SADECE BİR ŞARKIDIR
Utan söylendiği ve de düşünüldüğü gibi albüme son dakikada konulmadı. En başından beri repertuarımda yerini almıştı . Bir sanatçı arkadaşıma emeğim geçsin ya da geçmesin utan diye seslenmek karakterimle örtüşmez. Evet dedikleri gibi Tarkan'ın üzerinde çok emeğim olduğu doğrudur ama o da zaten bunun bilincindedir.
Babamın bana anlattığı bir hikâye vardı: Bir adam yağmurda yürürken yolda bir dostuna rastlamış ve şemsiyesinin altına almış. O şemsiyenin altında beraber yürüdükleri yol boyunca “bak benim şemsiyem olmasaydı ıslanacaktın,” deyince, arkadaşı karşısına çıkan yağmur suyunun birikintisiyle dolu çukura atlamış ve “ bundan daha fazla ıslanmazdım,” demiş. Onun içindir ki Tarkan'a en güzel şarkılarımı vermiş olsam da bunu bu şemsiye hikâyesine çevirmek istemem. Benim için önemli olan onun vefasıdır. Mayıs ayında hastaneye kaldırıldığımda ilk arayan yine Tarkan'ım olmuştur.
Her sanatçı istediği koşullarda içinden geldiği gibi çalışma hakkına sahiptir. Çünkü bu çok uzun bir yoldur. Evet, Tarkan'a gönül koyduğum olmuştur ama nedeni asla müzikal tercihi değildir, asıl şeylerdir. Bu da zaten kendisinin bildiği şeylerdir. Ama her şeye rağmen kalbimdeki yeri, sevgisi sabittir ve değişmez. Yarın bir bakarsınız bir yerde oturup bir çay içer, şarkılardan, hayattan ve dünya hallerinden konuşuruz. Belli mi olur?
Sevgimle,
nazan öncel
ESTETİK ANLAYIŞI
Bir insanı hayata bağlayan duygularıyla beraber acı, tatlı yaşadıklarıdır. Yer çekimine ve zamana kimse karşı koyamaz. Çünkü zaman kimseye ayrıcalık tanımaz. Estetik yaptırmak elbette bir tercih meselesidir ve şekilci olmakla ve hayata nasıl baktığınızla ilişkilidir. Şarkılar yazan insanların böyle şeylere ihtiyacı yoktur. Gözlerimin altındaki, alnımdaki çizgileri sevdiğim kadar göbeğimi de, gıdığımı da seviyorum. Onlara kıyarsam kendime ve bütün yaşadıklarıma ayıp etmiş olurum. Hayatta hiç ağlamamış insanlar gibi olmak en son istediğim şey bile olamaz. Çizgilerimle mutluyum ve böyle yaşlanıp böyle aranızdan ayrılmak isterim. Dünya, acıların, yoksulluk ve açlıkların ve savaşın ve ölümlerin ortasındayken insanların nasıl görünmeliyimleri bana acı veriyor.
Nazan Öncel bütün bu saydığım nedenlerden ve kendine olan saygısından dolayı bunu yapmaz. Sevenlerim kalbini serin tutsun.
Güneşli, sağlıklı ve mutlu günler diler, herkesi bir daha bir daha öperim.
nazan öncel
TEŞEKKÜR
Hayat hayatlığını yaptı Azrail şansını denedi. Atta gidelim dedi. Ben de şansımı zorladım. Yırttım, yırtık pırtık yaşıyorum. Bütün dostlarımın dualarına, acil şifa dileklerine minnettarım.
Herkesi kalbinden öpüyorum.
nazan öncel
30.05.2006
BİR ŞARKI TUT
Bu sarkilar sizin sahip olup da bir türlü içine geçemediginiz evleriniz gibiydi. Düşününce ne kadar haklı oldugunuzu anladım.
"Bir Şarkı Tut" bu ödevi yerine getirmek amacıyla hazırlanmıştır.
Güneş herkes için doğar.
nazan öncel
A BU HAYAT
Eski fotoğrafları, radyoları, dikiş makinelerini, makinist odalarını (sinemaların), daktiloları, eski İstanbul'u, eski damalı taksileri, eski Vosvos'ları, haritaları, köy yollarını ve evlerini, dağ çiçeklerini, bülbül seslerini, bahar dallarını, odun ateşini, gelincik tarlalarını, kış denizlerini, iyot kokusunu, takaların motor seslerini, deniz fenerlerini, balıkçıları, sabahçı kahvelerini, hazan yapraklarını, parkları, pansiyonları, trenleri, tren istasyonlarını, garları, pastaneleri, sokak adlarını, sokak lambalarını, içinde kitap olan odaları, gazeteleri, çiçekli kahve fincanlarını, ev ekmeğini, peyniri, limonatayı, düğün salonlarını, boş sokakları, yağmurlu günleri, güneşe uzanmayı, gece sohbetlerini, konu komşuyu, sahaf dükkanlarını, öğretmenleri, şarapçıları, serserileri, arzuhalcileri, çatı odalarını, roman kahramanlarını, çizgi romanları, karikatürleri, tiyatro ve sinema salonlarını, kartpostalları, ıslık sesini, sessizliği, renkleri ve sabahlamayı,
seviyorum
Otel odalarını, asansör müziklerini, apartmanları, siteleri, hastaneleri, karakolları, silahları, üniformaları, mahkeme salonlarını, lojman evlerini, yuvarlak masa toplantılarını, protokol yemeklerini, özel günleri, karanlık adamları, maymun iştahlıları, baştan savmacıları, yarım kalan işleri, hariçten gazel okuyanları, laf ebelerini, iddiacıları, sabit fikirlileri, nutuk atmayı, ahkâm kesmeyi, çok bilmişliği, her şeyi ben bilirimcileri, aferin budalalarını, kendine âşıkları, meraklıları, dalkavukları, gamsızları, bana necileri, doktora gitmeyi, kahkaha atmayı, bir işi ertelemeyi, belirsizliği, eşek şakalarını, sitem etmeyi, ev işlerini, yemek yemeyi, kokonaları, uzun tırnakları, güneş gözlüğü takan ve parfüm kokan erkekleri, sakız çiğnemeyi, yağlı saçları, parayla saadet diyenleri, hesaplı kitaplı davranışları, önyargıyı, ırkçılığı ve ayrımcılığı, düzenli bahçeleri, puro kokusunu, flüoresan ışığını, tavuk etini, havyarı, viskiyi, kilitli çekmeceleri, moda isimleri, modayı, kuştüyü yastıkları, çalar saatleri, veda etmeyi,
sevmiyorum
Her türlü teneke kutuyu, guguklu saatleri, kahve sandalyelerini, ahşabı, rabıta tahta döşemeleri, küçük badanalı evleri, divanları, el işi örtü ve perdeleri, şamdanları, aplikleri, kilimleri, teneke saksıları, bahçeleri, tarlaları, bağları, sonbaharı, bahar güneşini, rüzgar gülünü, tütün kokusunu, asma yaprağını, sarmaşık güllerini, yazlık sinemaları, film afişlerini, plak cızırtısını, makara teypleri ve pikapları, kağıt kalemi, eski tahta oyuncakları,eski neşriyatı, bez bebekleri, kağıt gemileri, sandalları, bebek kokusunu, kahve kokusunu, lunaparkları, atlı karıncaları, çarpışan otomobilleri, bisikletleri, gezginleri, seyyar satıcıları, eskicileri, otostop yapmayı, gümüş takıları, zippo çakmakları, pantolon giymeyi, basma kumaşları, eski Türk filmlerini, ulusal sinema filmlerini, dut silkelemeyi, gitar çalmayı, yıkanmayı, ıvır zıvır biriktirmeyi, mum yakmayı, dikiş dikmeyi, yün örmeyi, günün ilk saatlerini, misafirliğe gitmeyi, pazara gitmeyi, aklına eseni yapmayı, yalınayak gezinmeyi, bağımsızlığı, rock'çıları, ve doğallığı,
seviyorum
Makyaj yapmayı, saçla başla uğraşmayı, gömlek giymeyi, ilaç içmeyi, bakla ve pırasayı, mutfak işlerini, ütü yapmayı, soğan doğramayı, merdiven çıkmayı, gelinliği, moda mobilyayı, boş balkonları, kazan dairelerini, poşetleri, plastik sandalye ve çiçekleri, çelik masaları, resmi daireleri, mermer ve fayansları, kravat ve takım elbiseyi, marka tutkusunu, gamsızları, fikirsizleri, patavatsızları, laf atmaları, iğneli sözleri, otobüs yolculuğunu, mavi yolculukları, otogarları, kontrollü olmayı, asfalt yolları, otobanları, Pazar günlerini, desenli çarşafları, kareli defterleri, otomatik vitesli otomobilleri ve gıcırdayan kapıları,
sevmiyorum